Haberler
AHMET KAYA
Ahmet Kayanın mezarı taşınacak mı?
Diyar AYDOGAN tarih 30.03.2010, 18:45 (UTC)
 Ahmet Kaya'nın mezarı taşınacak mı?
Ahmet Kaya’nın eşi, TRT'nin Kürtçe yayına başlamasını değerlendirdi. Yeni bir Kürtçe kanalın da yayına başlayacağını da duyuran Kaya, eşinin mezarını taşıyıp taşımayacağını da açıkladı.


Devrim Sevimay'ın röportajı

Gıyabında yaşananlar çok ünlü, çok talihsiz ama kendi neredeyse hiç bilinmeyen parçanın adı “Kervan”. Sözleri Suriyeli Kürt, Xoşnaw (Hoşnaf) Tilli’ye ait. Müzik Ahmet Kaya’nın.
Yıl 1999. İlk kez bir Kürtçe parça koyacak albümüne Ahmet Kaya... Bunu da ödül aldığı Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesinde açıklıyor. Diyor ki, “Yakında yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.” Sonra malum olaylar, manşetler, zorunlu Fransa günleri ve 21 ay sonra gelen kalp krizi... Ahmet Kaya şimdi Paris’teki Pere-Lachaise mezarlığında.
Bu kez yıl 2009. TRT, 6’ncı kanalında Kürtçe yayına başlıyor. Devlet büyükleri kanalın açılışını Kürtçe yapıyor. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay “Bazı insanlar sadece bir Kürtçe yayından söz ettikleri için, sadece Kürtçe bir şarkı söyleyebilmek, Kürtçe bir albüm yapabilmekten söz ettikleri için bugün hepimizin hüzünle hatırladığı acılar yaşadılar. Onların anısına karşı bir manevi ödevi de yerine getirdiğimiz düşüncesindeyim” diyor.
Şimdi bu geçmişin ışığında 1 Ocak’tan beri sorulan soru şu: Acaba 10 yıl önce Ahmet Kaya’nın aradığı “cesur TV kanalı” TRT 6 mı olacak? Kim bilir... Belki de olacak... Peki, sekiz yıldır Ahmet Kaya’sız yaşayan Gülten Kaya TRT 6’da “Kervan”ı duyduğunda ne hissedecek? İşte aslında her şeye aynı anda verilen o yanıt ve soyadı gibi bir kadından çivi gibi bir analiz...

2000’de ölen Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya: “Burada olmayı hep çok istiyordu ama burada canlı olmayı isteyen bir adamdı o. Böyle getirilmeyi asla istemezdi. Onun için ben böyle bir şeyi yapamam ona; onu huzursuz edemem”


Şu ana kadar sizden “Kervan”ı isteyen bir TV kanalı oldu mu?
1 Ocak’tan sonra bir-iki yer oldu ama isimlerini şu anda hatırlamıyorum.

TRT 6’dan sizinle hiç irtibat kuruldu mu?
Bu konuyla ilgili geçenlerde TRT 1’de bir programa katılmıştım. Orada çok dilli yayınlarının koordinatörü Sinan beyle (İlhan) tanıştım. Programa katılanlardan Muhsin Kızılkaya “TRT 6’nın ilk gününde Ahmet Kaya yayımlanmalı” demişti. Bunun üzerine yayından sonra Sinan Bey “Bize ‘Kervan’ın bir video klibini gönderir misiniz?” diye sordu. “2001’de bütün kanallara gönderirken size de göndermiştim, arşivinizde vardır” dedim. “Siz yine de gönderin” dedi. Gönderdik.

Yani belki de şu anda sözlerinde bir şey var mı yok mu diye araştırma yapılıyor, sonra da yayınlayacaklar; öyle mi?
Araştırıyorlardır; dokuz yıldır araştırıyorlar zaten, herkes araştırıyor. Halbuki Türkçe altyazısı var. Çağırırsınız bir Kürtçe bileni, bu sözler doğru mu diye sorarsınız, biter. Çünkü ne sözlerde ne görüntülerde yayımlamamayı gerektirecek hiçbir şey yok. Ama öyle bir önyargı geliştirilmiş ki, asıl komik olan da o zaten.

Kim bilir belki birilerinin aklına takılmıştır; bu kervan nereye gidiyor, niye bekle diyor, bekle diyen kim?
Tabii, eğer zorlarsanız 1985 yılında yaptığımız ilk albümdeki şarkı sözü nasıl yargılandıysa bu da yargılanır. Onun da sözleri “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluk var”dı, sonra savcı sordu: “Orası neresi?”

Ahmet Kaya’nın halen yasağı süren bir şarkısı var mı?
Yok, hiçbir şarkısı yasaklı değil.

Peki klipleri hiç gösteriliyor mu?
Son bir yıldır birkaç kez rastlayan olmuş, öyle diyorlar.

Ama sanki artık TRT 6’da yayımlanabilirmiş gibi duruyor; yayımlanırsa ne hissedersiniz?
Hiçbir şey, ne hissedeceğim!

Yapmayın, mutlaka içinizde bir duygu olur, ama ne olur o?
Sadece hüzün olur ama asla sevinç olmaz. Bende sevinç yaratabilmesi için bize asıl o günlerin yaşatılmaması gerekiyordu. Nesine sevineyim artık bunların? Dokuz yıldır tozlu arşivlerde duran bir şarkı. Şimdi sürüme çıkarma zamanı geldiğini düşünüyorlar diye ben ne hissedebilirim ki... Bu sekiz-dokuz yıl önce olmalıydı; şimdi Kürtçe şarkı çalınmış, hiç umrumda değil. İsterlerse 24 saat Ahmet Kaya yayınlasınlar, milyon tane Kürtçe şarkı koysunlar, ben artık bunlardan heyecanlanmam.
Bakın, bize o linç kampanyası yapılırken benim kızım 9 yaşındaydı. Ertesi gün okul servisinde “Senin baban bölücü mü?” dediler ona. Buna kimin hakkı var? Bunun izlerini kim silebilir? Her şeye rağmen sağduyulu bir yerden bakmaya çalışıyorum, (Elinde Ahmet Kaya hakkında çıkan “şerefsiz” başlıklı gazete kupürlerini gösteriyor) ama bunların yaşatıldığı bir insandan iyi niyet nasıl bekliyorsunuz, inanamıyorum. Genel olarak söylüyorum bunu... Çünkü konuşurken, soru sorarken, yanıt alırken insanlara kolay geliyor ama bunların içinden geçerken o kadar ağır ki... Ve aslında anlamanın da çok basit bir yöntemi var: Bir an yer değiştirelim.

Tamam, yayınlanmasına sevinmeyeceksiniz, çok haklısınız, ama acaba devletin “özrü” olarak kabul eder misiniz?
Bence bu artık bir özür olmaz. Biz bu klibi 2001’de bütün kanallara gönderdik. Ahmet “Mutlaka yayımlayan çıkar” diye inandığı için, ama biraz da sınamak için gönderdik. Ve hiçbir yer de yayınlamadı. Biz de ne yaptık; ses CD’sinin içine bir de “Kervan”ın video klibini koyduk. Böylece bütün Ahmet Kaya hayranları aslında o klibi seyretmiş oldu, herkes izledi. Dolayısıyla artık benim için hiçbir önemi kalmadı.

“Sakın bizimle ilgili iade-i itibardan söz etmesinler”

Yine de “Kervan”ın sembolik değeri sizin için hâlâ çok büyük herhalde...
Çok büyük... Çok hazin... Ahmet 20’nin üzerinde albüm yapıyor. Tamamı Türkçe. Türkçe düşünen, Türkçe besteleyen biri. Annesi Türk. Kendi Kürtçe bilmiyor. Ama yıllar sonra bir tane Kürtçe parça okuyacağı için ne pespayelikler yapılıyor. Üstelik, “seçkinler” yapıyor.
Oysa Ahmet Kaya o ödülü almasaydı, o gece o konuşmayı yapmasaydı, ama en önemlisi 1999’da “Kervan”ı Kürtçe söylemeye kalkmasaydı bu koordine saldırılar ve haberler de olmayacaktı. Çünkü o haberlerde imzası olanlar bile daha sonra bize gelip “Hayır, Ahmet Kaya o gece o lafları etmedi” dedi. Zaten Ahmet bir laf etse Tanrı gökten yere inse geri dönmez. Ama defalarca demedim dediği halde tek satır medyada çıkmadı. 1993’te yurtdışında Öcalan afişi önünde konser verdi diye fotoğrafını bastılar. Bizim 1993 tarihinde pasaportumuzda yurtdışı mührü bile yoktu. O fotoğrafı mahkeme istedi, getirmediler. Tamamen bir kurguyla Ahmet Kaya’yı bu haritadan silmeye kalktılar.
Şimdi de kalkmış iade-i itibardan söz ediyorlar. Nazım Hikmet ve Yılmaz Güney adına konuşamam ama kendi adımıza şunu söyleyeyim: Sakın bizimle ilgili bir itibar iadesi lafı edilmesin. Çünkü eğer bir itibar iadesi söz konusu olacaksa ancak biz bu devlete ve medyaya itibarını iade ederiz. Çünkü onlar Ahmet Kaya olayında öyle itibarsızlaşmışlardı ki, kocaman bir devlet ve kocaman bir medya olarak...

“Bu ülkede acı çeken tek kişi ben değilim”
Şimdi DTP’liler de TRT 6’yı eleştirdikleri için “Gülten Kaya DTP’li gibi” diyenler çıkabilir. Bu da izah gerektiren bir şey olmaz ama biz yine de öyle mi diye sormuş olalım.
Ben olaylara kendi bulunduğum yerden bakıyorum, bir kere onun altını çizeyim. Kimsenin durduğu yerden bakmıyorum. Buna ihtiyacım da yok. Benim bir algım ve bir bakış açım var. Mesela TRT 6 konusunda siz de benim söylediğim gibi düşünüyorsunuzdur, o zaman senkron düşünüyoruz demektir ama hayat içersinde yollarımızı ayrı yürüyoruzdur. Bunlar çok mümkün şeyler. Ayrıca benimle aynı şeyi mi düşünüyorlar, onu da bilmiyorum.

Peki genel olarak tüm tepkilerinizi, düşüncelerinizi duygusal bulanlar çıkarsa; bunları sadece acı bir olayın birinci dereceden tarafı olarak söylediğinizi düşünenler?
Hiç öyle değil, buna inanın. Ben, kendi içinde bulunduğu durumu subjektif yaklaşımlardan özenle arındırmaya, çok nesnel bakmaya çalışan biriyimdir. Çünkü böyle bir lüksüm de yok. Bu ülkede o kadar çok insan, o kadar çok acı yaşadı ki... On binlerce anne var evladını kaybeden... Ben tek başıma değilim ve benimkiler de subjektif bir yaklaşım değil.


“TRT 6 ile aslında işin ortasından başlandı”
Ahmet Kaya TRT 6’ya çıkar mıydı?
Bu dar haliyle çıkmazdı.

Çıkanları eleştiriyor musunuz?
Hiç eleştirmiyorum, eleştirilmesini de doğru bulmuyorum. Herkes kendini nerede iyi ifade edecekse orada olmalıdır. Sadece bana yeterli gelmiyor, Ahmet Kaya’ya da yeterli gelmezdi.

Ne olsaydı size yeterli gelirdi?
1- İnsanlar önce emekler, sonra adım atar, sonra hızlanırlar. O yüzden bunlar hızlı adımlar. Ortasından bir yerinden yürümeye başlandı. Önceki adımlar olmadan dikey bir şekilde. Halbuki bütün değişim ve dönüşümler yatayın ürettiği dinamikler üzerinden olursa sağlıklı olur. O yüzden de güven vermiyor. Hâlâ bir çocuğun adı Welat diye sınırdan gönderiliyorsa Kürtçe kanal açılmasını ciddi bulmuyorum.

2- Kültür ve sanat olayları devlet disipliniyle düzenlenmez. Bir kere devletin bütün kültür ve sanat işlerinden elini çekmesi gerekiyor. Yoksa “Kürtçe lazımsa ben yaparım” tavrından başka bir şey olmaz bu. Eğer Kürtlerin kendi dillerini, kültürlerini ifade edecekleri bir kanala ihtiyaçları varsa, bırakılsın bunu Kürtler kendileri yapsın. Devlet düzenlemesin, sadece destek versin.

3- Devlet Kürt kimliğini ya kabul ediyordur ya da etmiyordur. Eğer ediyorsa anayasal güvence altına alır, eğitim hakkını verir, önündeki tüm yasakları kaldırır. Ama yok, buna henüz karar vermediyse o zaman böyle kolaj işler yapmasına da hiç gerek yok. Enerji kaybı.

4- Devletin her şeyden önce sokağa, bir dilin kendiliğinden ve insani bir hak olduğunu, kimsenin kimseye bahşedemeyeceğini anlatması gerek. Çünkü eğer kendi yurttaşlarınızın, kurumlarınızın kafasına bin yıldır işlediğiniz o berbat zihniyetlerinize şimdi bu yenilikçi anlayışınızla hükmedemezseniz yine bir polis bir evde bulduğu Nazım kitabını gözaltına alabilir. Bizim önce bu evrimi tamamlamamız gerekiyor. O evrim yok henüz. Olmayınca da hiçbirimiz sevinemiyoruz, ah ne güzel açılımlar oluyor diye çünkü bilmiyoruz ki yarın öbür gün başımıza ne gelecek...
Kısa zamanda büyük değişim oldu, “Devletin tepesine meteor düştü” diyebiliriz

Yine de bir taraftan Nazım Hikmet’e vatandaşlığı geri veriliyor, Kültür Bakanı Alevilerden ve bir anlamda Ahmet Kaya’dan özür diliyor, Adalet Bakanı işkence yüzünden özür diliyor, Kürtçe TV açılıyor; sizce Türkiye yeni bir dönemden mi geçiyor, ne oluyor?
Bir şeyin içinden geçiyorsak yurttaşlar olarak bu bize çok hissettirilmiyor, devlet yine o kalın ve gri duvarları içinde alıyor kararlarını. Kamuda konuşarak yapılmıyor bunlar. Ya yine saray buluşmaları oluyor ya da konjonktürel kararlar alınıyor çünkü baktığınızda bu ülkede herhalde böyle yürüyor işler diyorsunuz.
Ama eğer bir şeyin içinden geçmiyorsak da o zaman devletin tepesine meteor düştü demektir. Çünkü bu kadar kısa bir zamanda, bu kadar hızlı dönüşüm için hakikaten “Meteor aydınlattı ortalığı” falan diyebiliriz.

“Hep iyi komşuları var: Edith Piaf, Oscar Wilde, Yves Montand”
Ahmet Kaya’nın Pere-Lachaise mezarlığında Jim Morrison ve Yılmaz Güney’le bir üçgen oluşturması tesadüf mü oldu, yoksa siz özellikle mi istediniz?
Benim öncelikli isteğim Ahmet’in yerinin sokağa yakın olmasıydı. Sokağı o kadar seven bir insandı ki, ben de sokağın seslerine yakın olmasını istedim. Şimdi onun bulunduğu yerin hemen öte tarafında hayat akıyor, Ahmet o sesleri duyuyor, ona çok uygun. Ayrıca Yılmaz Güney’e çok yakın ve yukarıdan bakınca Jim Morrison’la da tam bir üçgen oluşturuyorlar. Kızım koyu bir Morrison hayranıdır. Bu üçgen çok hoşumuza gitti.

Komşuları kim?
Oscar Wilde, Edith Piaf, Yves Montand... Hep iyi komşuları var. Güzel insanlar, güzel sesler, güzel muhalifler...

Mezarlık niye o kadar ağır; dört tona yakınmış galiba?
Çünkü Pere-Lachaise, yılda üç milyon turistin özel olarak ziyarete geldiği bir açık hava müzesi. Ve oraya sembolik de olsa bir anıt yaptırmak mecburi.

Mesela aralarında sizin en sevdiğiniz anıt hangisidir?
Oscar Wilde’ınki bana çok güzel geliyor. Bir duvarı var ve üzeri dudak izleriyle dolu. Gelen ziyaretçiler duvarda öperek iz bırakıyorlar... Yılmaz Güney’inki de çok güzel. Postmodern bir tasarım denenmiş; çelik bir yapı, ki Pere-Lachaise’de çok örneği yok bunun. Hep daha doğal malzemeleri öngörüyorlar ama Güney’in tasarımı çok farklı. Dört çelik bacak düşünün, birbiriyle bağlantılı, üstü açık ve gökyüzü üzerine yansıyor. Her yeri açık açık, ferah ferah... O da çok güzel geliyor bana.

Ahmet Kaya’nınki?
Ahmet’te daha sembolik değerler var. Mesela yattığı yeri bir yatak olarak düşündük. Kardelen çiçeklerini çok severdi o. Kardan inatla başlarını çıkarmalarını kendine benzetirdi. O yüzden alt platformda kardelen çiçekleri var. O bize “Döşeğini kardelenlerle doldurduk” gibi geliyor. Başının olduğu yerde kendi yüzünün olduğu rölyefi var. Sanki bir yastığa konmuş gibi “Yorganı” ise beyaz Marmara taşından ve kırk yamalı yorgana benziyor. Üzeri hep sembollerle dolu. Bir tarafında bu ülkeden aldıkları sembolize ediliyor, bir tarafta da bu ülkeye verdikleri... Aldıkları ne; bu ülkenin kültürü... Mardin evleri, Galata kulesi, Kütahya’dan nazar boncuğu, Hitit Güneşi, oyalı bir yazma, diğer tarafta şarkı sözü gibi pek çok sembol...
Mezarlar gelmesin, utanç sayfaları açık kalsın

Herhalde çok vaktinizi almıştır böyle bir şeyi hazırlamak?
Tabii tasarımı çok zamanımızı aldı. Birçok mimar arkadaşla çalıştık ama bana Ahmet’i en iyi ifade edecek tasarım bu gibi geldi. Beysun Mert adlı mimar arkadaşımız tasarladı. Heykeltıraş arkadaşımız Hale çok yaşlı bir taş ustasıyla beraber yonttu.

Mezarın o kadar ağır olmasının sebebi de o taş herhalde.
Tabii, biz o taşı özellikle seçtik. Birincisi bembeyaz. İkincisi, kaynağı Anadolu. Marmara Adası’ndan çıkıyor, alttaki damarı Yunanistan’dan İtalya’ya kadar gidiyor. Tamamen Türkiye’deki emekle üretildi ve buradan oraya gitti.

Siz yılda kaç kez gidiyorsunuz?
Keşke her gün gidebilsem ama bütün fırsatları değerlendiriyorum.

Paris’e taşınmayı düşündünüz mü?
Hiç düşünmedim, eşim oradayken bile hiç düşünmedik. O her an dönecekmiş gibi yaşıyordu zaten orada. Biz de buralıyız ve burada yaşayacağız.

Peki Ahmet Kaya’yı Türkiye’ye taşımayı düşünür müsünüz?
Onu yapmak için pek çok kriterim olur ama en birincisi Ahmet Kaya’nın şu kendi cümlesidir: “Ben gerçekten bağımsız ve tam demokratik bir ülkenin dürüst bir yurttaşı olarak yaşamak istiyorum, bütün talebim budur.” Bu olmadığı sürece getirmeyi düşünmem.

Mesela Nazım Hikmet’in oğlu olsaydınız da mı getirmezdiniz?
Getirmezdim, bir vatandaş olarak da doğrusu getirilmesini hiç istemem. Ne Nazım’ın ne Yılmaz Güney’in ne de Ahmet Kaya’nın... Çünkü bunlar bizim tarihsel utanç sayfalarımız. Bu sayfaların açık kalması lazım. Açık kalsın ki yüzleşilsin, sorgulansın. O zaman bu insanların yokluğu bir işe yaramış olur. Çünkü aksi takdirde kapanacak o sayfa. Kapanırsa da bir daha, bir daha olacak.

Acaba Ahmet Kaya ister miydi?
Ahmet’in yurt sevgisi ile hiç kimse kendi yurt sevgisini yarıştıramaz, o kadar büyüktü onun duyduğu sevgi. Burada olmayı hep çok istiyordu ama burada canlı olmayı isteyen bir adamdı o. Böyle getirilmeyi asla istemezdi. Onun için ben böyle bir şeyi yapamam ona; onu huzursuz edemem.


Yeni bir Kürt TV’si daha geliyor
“Şu sıralar açılacak bir Kürtçe TV daha var. Adı galiba Kûrdiya olacak. İşte o proje beni çok heyecanlandırıyor. Çünkü onun yapılanma süreci çok doğal geliyor bana. İnternetten izliyorum, kültür sanat ve haber kanalı olacak gibi. Yılbaşında birkaç saatlik deneme yayını yaptılar, zannediyorum bugünlerde yayına girerler. Merkezi Paris’te; Ankara, İstanbul, Erbil, Diyarbakır, her yerde büroları olacak. Başında Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan var. Yine internetten okuduğuma göre Şivan Perwer orada program yapacak. Bağımsız, devlet desteği almadan. Bence doğru ve güzel olanı bu.”

“Şener Şen’i çok beğenirdi, son gece onun filmini izledi”
Şimdi bir şey soracağım ama eğer istemezseniz yanıtlamayın ve hemen geçelim...
Yo, buyurun sorabilirsiniz.

Peki... 16 Kasım 2000 sabahı... Paris’teki evinizin koridorunda... Bir son bakış, son bir cümle...
Hayır, maalesef o olamadı. Sabah çok erken bir saatte kaybettik Ahmet’i. Düşme sesiyle fırladım zaten. Kızım da öyle. Hiçbir şey konuşma şansımız olmadı, her şey çok anlıktı. Ama akşamını sorarsanız, o akşam bir gülme krizine girmiştik. Çünkü Türk filmi izledik.

Hangisini?
Şener Şen’in Kemal Sunal’la bir filmi (“Davaro”). Orada Şener Şen köyde kadın kılığına girip oynuyor. Kaçıncı izleyişimiz ama işte gülme krizine girdik. Şener Şen’e çok gülerdi zaten Ahmet, çok beğenirdi ve en son o filmi izledik. Sonra film bitti, yataklarımıza gittik. Ahmet hemen daldı ama ben hep uyumadan önce kitap okurum. Bir ara uyandı “Sabah oldu zannettim, hâlâ okuyor musun?” dedi. “Yok, daha 15 dakika oldu” dedim. Kızımız kulağında hep müzikle uyur, biz onun sonra kalkıp kulaklığını çıkarırız. “Melis’in kulaklığını çıkardın mı?” diye sordu. “Yok” deyince kalktı, Melis’in odasına gitti. Uzunca bir süre de dönmedi. Hep böyle olurdu zaten. Çok aşıktı Melis’e çünkü, öper, koklar, biraz yanında uyur. O gece de öyle oldu. Sonra yatağa döndü ve “Of yine mis gibiydi kokusu... Keşke burada yanımızda uyusaydı ya da ben ona gömülüp uyusaydım” diye mırıldanırken uyuyakaldı. Ben de ışığı kapattım ve uyudum. Sonra sabah düşme sesiyle uyandığımızda her şey zaten olup bitmişti.

Milliyet
 

AHMET KAYANIN 6.ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ
admin tarih 20.03.2010, 14:03 (UTC)
 Altı yıl önce, 16 Kasım´da Türkiye´den kovalandığı Paris´te geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayata veda etti.


Görünmeyen eller, ölümünden sonra da onunla uğraşmayı sürdürdü. Cenaze namazının kılınmadığı iddia edildi. Fos çıktı. PKK´ya destek verdiği iddia edilen görüntüler yayınlandı. Mahkeme kararı ile bu görüntülerin de düzmece olduğu ve kimi yerlerinin baskı altında çekildiği ortaya çıktı. Eğer bugünkü yasalar yürürlükte olsa, Ahmet Kaya´yı Kürtçe şarkı okuduğu için hiç kimse suçlayamayacaktı..


Gür sesle söylediği protest müzik parçaları ile Türkiye´nin en çok sevilen ve en çok tepki gösterilen sanatçısı oldu.


Kaya´dan geriye biri öldükten sonra piyasaya çıkan on sekiz albüm ve bir film müziği kaldı... Bir de onu kovaladıktan sonra arkasından timsah gözyaşı döken sanatçılara sahip olmanın utancı...

Bundan tam dört yıl önce Cumhuriyet gazetesinin Pazer eki olan Dergi için Berat Günçıkan´ın derlediği bilgilerle işte Ahmet Kaya´nın 43 yıllık ömrü.



Her şey kırk üç yıl içinde olup bitti. Doğdu, büyüdü, şarkılar besteledi, söyledi, sessizliği kırdı, alkışlandı, yargılandı, sevdi, baba oldu, yemek yemeği sevdi, sesini daha da yükseltti, daha ağır suçlandı, çoğaldıkça yalnızlaştı, zorunlu sürgünlere gitti, hep dönüşü düşledi, dönemedi, öldü... Ahmet Kaya, iki yıl önce 16 Kasım´da, tıpkı doğduğu gibi bir kuşluk vakti, selamsız, vedasız, kırgın çekip gitti. Şarkıları kaldı kentlerde, dağlarda, sokaklarda... Masum, doğal, tarihin akışını kucaklayan bir istekti ölümünün kapısını aralayan: Kürtçe şarkı söylemek istiyorum. O bu cümleyi kurduğunda cezası kesilmişti, yeni şarkılar söyleyemeyecekti. Gazeteci Ferzende Kaya, işte bu kırk üç yılı anlatıyor kitabı ´Başım Belada´da, bir adamın kendisini var eden hiçbir şeyden vazgeçmeden şarkı söyleyerek yarını kucaklama, ayakta kalma isteğini ve karşısına dikilenlerin ´karanlık´ arzusunu...

Malatyalı işçi bir ailenin çocuğu olan Ahmet Kaya´nın doğumu kayıtlara 28 Ekim 1957 olarak düştü. Beşinci ve son çocuktu. Babasının İstanbul öyküleriyle büyüdü, ´İstanbul´da deniz bildiğiniz gibi değil´ diyordu Mahmut Kaya ´Biz İstanbul´a gideceğiz, hepiniz orada okuyacaksınız.´ Sonra hep o Kürtçe şarkıyı söylerdi: Yüreğim ölelim biz/ Bu yaz vakti ölmek ne güzel/Yüreğim en güzel ölüm, ata-dede toprağında olandır.

Baştan çıkarıcı bir çocuktu Ahmet Kaya, bütün mahallenin ´loş´ yani büyük dudaklısıydı. İlk bağlaması alındığında altı yaşındaydı, sevincinden ´istemiyorum´ demiş, saatler boyunca evlerinin arka bahçesinde ağlamıştı. On beş gün sonra çalmayı öğrendi, dokuzunda da, 24 Temmuz 1966 İşçi Bayramı´nda ilk kez dinleyici karşısına çıktı. Artık Demir Yolları, Sümerbank, Elazığ, Antep, nerede bir gece, bir kutlama olsa o aranan bağlamacıydı. Ama para da kazanmalıydı, bir plakçıda çalışmaya başladı, İspanyol paçalı, uzun saçlı gençlerden öğrendi Ruhi Su´yu, Âşık Mahzuni´yi. Minibüs muavinliğine geçti sonra, minibüsün sahibi için ilk bestesini yaptı: Bir volkswagen alacağım/adını Başar koyacağım, Başar abim gelince...

Ağlama Bebeğim...

Baba Kaya´nın emekli olduğu 1972´de, bütün emekli ikramiyesi İstanbul´da bir ev sahibi olmaya ayrıldı, artık İstanbul´a göç zamanı gelmişti. Arabalı vapurda onları görenler, ´sirk gelmiş´ dediğinde kentin soğukluğunu hissetti Ahmet Kaya, ´Onlarla konuşamıyordum´ diyecekti sonraları ´Çünkü onlar gibi konuşamıyordum. Bir dilsiz gibi yaşıyordum adeta... Mesela onlar gibi pantolon diktirmeye niyetlendim. Terzinin yaptığı pantolonlar üzerime uymuyordu, onlara yakışıyordu, bana yakışmıyordu´. Bir yıl Almanya´da, dayısının yanında yaşamayı deneyecek, ama beceremeyecekti.

İstanbul´a döndü ve kulağını hem arabesk hem de devrimci müziğe yatırarak kente ayak uydurmayı denedi. Bir süre Sabuncuhan´da korse işi yaptı, bir süre de seyyar satıcılık. Seyyar satıcıların ´devrimci´ grubundan öğrendi Fatih Çarşamba´daki Halk Bilimleri Derneği´ni. Hem kendisi gibi olanlara yer vardı bu dernekte, hem de kentlilere, Türkçe´yi düzgün konuşmamasını kimse bir kusur gibi yüzüne vurmuyordu artık. Kısa sürede bir çevre edindi kendisine, bağlaması için ´böyle çalınmaz´ denmeleri de ilk kez bu dernekte duydu. Daha sonra pek çok kişiden ve Ruhi Su´dan da işitecekti bu cümleyi. Dernekte solculuğun teorisini de öğrenmeye başladı, ´kapitalizm´ konusunda seminer vermeye kalkışacak kadar iddialıydı.Bu onun ilk ve son semineri olacaktı. 1977´de Beyoğlu´nda düzenlenen Nâzım Hikmet´i anma gecesinde sahneye çıkmış, Nâzım Hikmet hakkındaki düşüncelerini de dillendirmişti. Bu gece onu cezaevine taşımış, ilk cezaevi deneyimini beş ay Sağmalcılar Cezaevi´nde yaşamıştı.

Askerde de sürekli kaçmanın yollarını aramıştı, ta ki, bir orkestra kurup Orduevi´nde çalana kadar... Askerlik vukuatlarından birini, ağabeyi Mustafa Kaya´ya, birlik başçavuşu anlatmıştı:

´Biz bununla baş edemiyoruz. Akşam oldu mu, general elbisesini giyiyor, bisiklete binip şehir içinde tura çıkıyor. Bütün inzibatlar selama duruyor. Kıllı bacaklar, başında şapka, bir de dört yıldızlı palto. Sabah bütün herkes komutanın karşısında. Komutanım bir şey mi oldu? Bir iki üç derken adam bir bunalmış ve ´her gün niye karşıma geçip, bir şey mi oldu diye soruyorsunuz´ demiş. Demişler ki, ´her gece bisikletle geziyorsunuz´. Ahmet´in foyası böyle ortaya çıkmış...´

Yetmişli yılların sonunda Emine ile evlenmiş, bir de kızı olmuştu: Çiğdem. Hayatının en büyük darbesi yine de 12 Eylül´dü. Üç ay hapse girmişti ama nedeni Ferdi Tayfur´un grubunda çalışırken stüdyonun hemen yakınında bulunan Kürt İdris´in bürosu baskınında orada olması ve bulunan ruhsatsız silahı üstlenmesiydi.

Ahmet Kaya´nın o dönemki mekânlarından biri de Aksaray´daki Baran Ocakbaşı´ydı. İlk albümünde yer alacak şarkılarını yakın çevresine orada dillendiriyor, şarkılar üzerine tartışıyorlardı. Hasan Hüseyin Demirel ile yolları orada kesişiyor ve kaset yapma kararı alınıyordu. Bir de kasete hazırlık bir konser veriliyordu, Zincirlikuyu´daki Hodri Meydan Kültür Merkezi´nde 450 kişiye ´Hasretinden Prangalar Eskittim´i okuyordu. Kaset için şarkılar tamamlanmış, Selda Bağcan´la stüdyo için anlaşılmış, kasetin satışını sağlamak için her arkadaşın günde on kez plakçılara gidip ´Ağlama Bebeğim geldi mi´ diye sorması kararlaştırılmış, hatta Şan Sineması´nda dolu salona konser verilmiş, kaset kapağı yine arkadaşlar tarafından fotokopiyle çoğaltılmış, yüz bin lira anne Kaya´dan alınmış, geri kalanı, sağdan soldan borç olarak toplanmıştı.

İlk kasete ilk tepkide hemen hemen herkes aynı cümlelere sığınmıştı: Bu ne arabesk, ne halk müziği, ne Türk müziği. Bu acayip bir şey olmuş, kimse almaz bu kaseti. Oysa dinleyici şarkıları ve Ahmet Kaya´yı sevmiş, 12 Eylül´ün karanlığı henüz aralanmamışken acılarını, öfkelerini, yalnızlıklarını dillendiren, kendisine çok benzeyen bu adamı yüreğinin baş köşesine oturtmuştu. Kaset, ´Çok uzaklarda bir yer var/ o yerlerde mutluluklar/ bölüşülmeye hazır bir hayat var...´ sözleri gerekçe gösterilerek yasaklanmıştı.

Yorgun demokrat...

Gülten Hayaloğlu ve daha sonra şarkılarının sözlerini yazacak olan ağabeyi Yusuf Hayaloğlu ile bu dönemde tanışmıştı. Acılara Tutunmak ve Şafak Türküsü çalışmalarıyla doğudan batıya adını duymayan, şarkılarını dinlemeyen kalmamıştı. Kim olduğunu merak eden, bunca sahiplenilmesini varoşlarla, yeni kentleşmeyle açıklamaya çalışan, eleştiren ve yargılayanlar, yavaş yavaş iktidar merkezlerine yerleşmeye başlayan solcular ya da ´demokratlar´dı. Oysa binlerce kişi hâlâ cezaevlerindeydi, liberal politikalar savunulurken milyonlarca insan daha da yoksullaşıyordu ve her şeyin üzerini Güneydoğu´da yaşananlar örtüyordu. Ve hâlâ herkes sessizdi, tarihin ne yana aktığı kestiriliyor ama nerede durulacağına karar verilemiyordu. Bütün bu yaşananlar Ahmet Kaya ile dinleyicileri arasında ´özel bir dil´e dönüşüyordu, onlar birbirini tanıyor, anlıyordu.

Gülten Hayaloğlu ile evlendiklerinde Ahmet yirmi sekizindeydi, Gülten yirmi beşinde. Birkaç yıl sonra bir kızları olacaktı: Melis. ´An Gelir´ dördüncü albümüydü ve şarkılarına bir de tartışmalı da olsa ´özgün müzik´ ismi konulmuştu. Ahmet Kaya´nın onu dinleyenler için ne ifade ettiğini anlamayanlara Yusuf Hayaloğlu´nun sözleriyle yaptığı şarkı, beşinci albümünün de adını oluşturdu: ´Bu yolda dönenler oldu/Mum gibi sönenler oldu/Yar göğsüne baş koymadan/ vurulup düşenler oldu...Bir sen kaldın geride/ Ah akıp gidiyor hayat/ Yüreğim anlıyor seni/Artık susma Yorgun Demokrat...´

´Yorgun Demokrat´, Ahmet Kaya´nın bir çığ gibi çoğalan hayranlarından ve o ´özel dil´den ürkenleri bir mevziye topladı, şarkının anlamı ters çevrilerek namlusu Kaya´ya yöneltildi, yorgun demokrat oydu... Ferzende Kaya, bunu şöyle tanımlıyor:

´... Ve ısrarla Ahmet Kaya´yı aykırı bir çizgiye çekip öfkelendirmeye, yanlış yaptırıp yalnızlaştırmaya çalışıyorlardı...´

Kaya, plak şirketi değiştirmiş, yolları bir süreliğine de olsa Yusuf Hayaloğlu ile ayrılmıştı ki, ´Baş Kaldırıyorum´ albümünü çıkardı. DGM´de kendisine soruldu ´Devlete baş mı kaldırıyorsun?´ Kaya yanıtladı: ´Hayır... Burada başkaldırılan durumlar bellidir. Her türlü yozluk karşısında düşülebilecek teslimiyete ve her türden kirlenmeye bir başkaldırı söz konusudur. Kastedilen devlet değildir.´ DGM çıkışında bu kez gazeteciler kime başkaldırdığını soruyordu, o da yanıt veriyordu, ´Başkaldırmayayım da kıç mı kaldırayım?´ Ağzından çıkan her söz, her hareket ya çarpıtılıyor, ya onu örselemek üzere yorumlanıyor, ya da sessiz kalınıyordu.

Yusuf Hayaloğlu ile yeniden yolları birleştiğinde bunun ilk ürünü ´Kod Adı Bahtiyar´ oldu. Başrolünü Kadir İnanır´ın oynadığı Tatar Ramazan filminin müziklerini yaptı...Sinema, şarkılarından sonraki ikinci tutkusuydu, kafasında bir sürgün öyküsünün anlatılacağı bir senaryo vardı ve sürekli onunla dolaşıyor, düşüncesinde sahneler ekliyor, sahneler eksiltiyordu. Fransa yıllarında bu filmin çekimi için yer de tesbit edecek, ama bir türlü ´motor´ denilemeyecekti...

Bütün konserleri olaylıydı Ahmet Kaya´nın, engelleme çabaları dinleyicinin coşkusuyla kırılıyordu. Muğla´daki konserinde ise şarkılarına yasak getirilmiş, çözüm listedeki şarkıların isimlerini değiştirerek bulunmuştu. Polisler ellerine yeniden verilen ´okunacak türküler listesi´ndeki türküleri görüp de, ´biz bunları daha önce duymamıştık´ deyince, Yusuf Hayaloğlu gülümsüyordu: Daha önce kimse söylemediği için henüz meşhur olmadılar. Bütün engellemelere rağmen, kısa süreli bir hukuk savaşıyla Efes ve Aspendos´ta da konser vermeyi başaran Ahmet Kaya´nın yakın çevresini etkileyen bir özelliği de yemekle ilişkisiydi. Stüdyoda bile yemek pişiriyor, sevdiği bir yemek için arabasına atlayıp bir başka kente gitmeyi göze alıyordu. Giderek şişmanlıyor, ama doktorların uyarısını dikkate almıyordu...

Kaya´ya yönelik eleştirilere bir de ´lümpen´in eklenmesi için ´Başım Belada´ albümünün çıkması yetiyordu. Bu şarkısında Kaya, ´delikanlı´ kültürünün jargonunu kullanıyor, eleştiriler de buna dayandırılıyordu. Sonraları kasetini Hilton Oteli´nde verdiği kokteylle kutlaması, mercedes arabası nedeniyle soruşturma geçirmesi, Mali Şube polis müdürüyle dostluğu da dillerde dolaşacaktı. Çevresinin değiştiği doğruydu ama yoruldukça, soluğu eski dostlarında alıyordu.

Abin bir gün dağdan döner...

Bu arada 1991´de çıkarılan şartlı tahliye ile binlerce siyasi hükümlü salıverilmiş, onlar ve yakınları tedirgin bir yaşamın içinde kendilerini bulmuşlardı. Aynı yıllarda, o zamana kadar sadece Güneydoğu´da yaşanan ve sıkıntısı da bu bölgede kalan çatışmanın yarattığı ekonomik ve siyasal sonuçlar batıyı vurmuş, bu etkilenme de hem bir saflaşma yaratmıştı, hem de bir kültür... Kaya 1994´te çıkan albümü ´Şarkılarım Dağlara´da ´Dağlarda öfkeli başım/serhatte hep akşam oluyor/nasipsiz kıştan mı, yağmurdan mı, yoksa aşktan mı/ ´ diyordu. Sözlerini Gülten Kaya´nın yazdığı bu şarkının yanısıra ´Abin bir gün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım´ da diyen Kaya hakkında yine soruşturmalar açılacak, kasetleri yasaklanacak, konserleri engellenecekti...

Kaya bu dönemde Dokunma Yanarsın, Tedirgin, Beni Bul, Yıldızlar ve Yakamoz albümlerini de çıkardı, özel televizyonlardan birine ´Ahmet Abi´nin Vapuru´ adıyla bir program yaptı. Bu programındaki konuklardan biri Nihat Akgün adlı faşist bir mafya şefiydi, son programına da tek başına ´şair´ sıfatıyla dostu polis müdürünü çağırmıştı. Ahmet Kaya hayranları kızmış, eleştiriler bir kez daha yoğunlaşmıştı. Gülten Kaya, bu eleştirileri şöyle yanıtlayacaktı: ´...O dünya diye tabir ettiğimiz dünyadan birtakım insanlar, evet, çok yakınlaşmak istemişlerdir. Onun müziğini, onu çok sevmişlerdir. Ama hiçbir ilişkimiz olmadı. Olamazdı da zaten.´

Son albümü ´Dosta Düşmana Karşı´yı 1998´de çıkardı Ahmet Kaya ve Magazin Gazetecileri Derneği tarafından ´Yılın Müzik Yıldızı´ seçildi. Ödül töreninde yaptığı konuşmada, hazırlıkları süren albümünden söz etti ve Kürtçe şarkı da söylemek istediğini açıkladı. Otuz bini aşkın ölüme, gözaltında yüzlerce kayıba, işkence haberlerine, yargısız infazlara rağmen hâlâ o ´karanlık´ta kalmayı yeğleyen, hatta o karanlıktan beslenen aralarında televizyon yapımcılarının, gazetecilerin bulunduğu bir grup Ahmet Kaya´ya saldırdı. Ne demekti Kürtçe şarkı söylemek? O geceden sonra ´derin´ karar uygulanmaya konuldu, o güne kadar sözle yazıyla onu eleştirenler kılıçlarını bilemişti. Hakkında davalar açıldı, eski-yeni Ahmet Kaya görüntüleri montaj hileleriyle ´bölücü´ haberlerine konu oldu ki, bu haberlerin arkasındaki gerçek, mahkemede kanıtlarla çözülecekti... Hiç gitmediği yerler gitti, hiç söylemediği sözler söyledi gösterilmişti...

Ahmet Kaya´yı en çok inciten o güne kadar yanında olanların suskunluğuydu. Bütün saldırıları eşi ve birkaç arkadaşıyla üstlenmek zorundaydı. Bir konser için yurt dışına çıktı ve dönmedi. Almanya, Paris mahreçli haberlerde Ahmet Kaya´nın ´bölücülük yapmayı sürdürdüğü´ anlatılıyor, bu çoğu asılsız haberlere dayanılarak açılan davalarla dönüş yolu daha da kapatılıyordu. Avrupa ülkelerinde konserler veren Kaya´nın aklı Türkiye´deydi, Paris´e bir türlü yerleşemiyor, eşya almayarak kendine yeni bir ev, yeni bir düzen kurmayı reddediyor, İstanbul´daki kızı uyurken nefesini telefonda dinliyor, bekliyordu... Kayınbiraderi Yusuf Hayaloğlu ile yaptığı görüşmelerde, telefonu kapatmadan şöyle diyordu: O İstanbul kaltağını benim için öp...

Sonunda 16 Kasım 2000 sabahı kalbine yenildi. Cenazesi Paris´te toprağı verildi. Türkiye´de kimileri vicdan temizleyici yazılar kaleme alıyor, kimileri cenazenin Türkiye´ye getirilmeme nedenini ´PKK emri´ diye açıklıyordu. Oysa bu karar Gülten Kaya´ya aitti: ´... Orada kalması demek, bir sürü şeyin biraz daha sorgulanması demektir. Sokaklarında dolaşamadığı ülkesine onu omuzlar üzerinde getirmek çok saçma. Sisteme ´Alın, adam öldü, size zarar veremeyecek, onun için getirdim´ demek gibi...´

Şöyle bir bakın çevrenize, hem milyonları sesinin peşi sıra sürükleyen, hem de sisteme bir çift lafı olan kaç kişi var?
 

AHMET KAYAYA ÇATAL FIRLATANLARI KINIYORUZ!!!
ADMİN tarih 20.03.2010, 14:02 (UTC)
 Kanal 24'de yayınlanan “Keşke Olmasaydı” programı 8 yıl sonra Ahmet Kaya’nın linç edildiği geceyi tartışmaya açmak istedi. Ama o gün Ahmet Kaya'ya efelenen isimlerden hiç biri ekrana çıkmaya yanaşmadı. Yaşar Taşkın Koç’un hazırlayıp sunduğu program, o gece neler olduğunu bütün çıplaklığı ile bir kez daha gözler önüne sermek istiyordu. Ancak olaylı gecenin önemli aktörlerinden Ercan Saatçi, Ayna Grubu, Serdar Ortaç, Şenay Düdek, Keşke Olmasaydı’nın başvurularını geceyle ilgili konuşmak istemedikleri gerekçesiyle reddettiler. Programa davet edilen Reha Muhtar ise son dönemde olaylarla ilgili yazdıklarının yeterli olduğunu belirtmekle yetinerek katılmayacağını açıkladı.

Program, Gülten Kaya, Savaş Ay, magazin gazetecileri Nurettin Soydan ve Ali Eyüboğlu, gecenin sunucusu Ece Erken ile gazeteci Ulvi Yanardağ yanında Kaya’yı yakından tanıyan eski Mali Şube Müdürü Salih Güngör'ün katımıyla gerçekleştirilecek ve “o geceyi” seyredenlere yansıtmaya çalışacak.

24 ekranlarından 14 Mart Çarşamba günü 21.10’da yayımlanacak olan belgesel dosyada, bir anlamda Ahmet Kaya’nın hayatına mâlolan gece ve sonrasındaki gelişmeler aktarılırken, Kaya’nın açıklamalarının ülkeyi terk etmesine; başta medya olmak üzere bir linçin başlamasına sebep olacak kadar ağır olup olmadığı tartışılıyor…

Keşke Olmasaydı, Bu Gün (14 Mart Çarşamba günü) saat 21.10’da 24 ekranında…
 

<-Geri

 1 

Devam->

ANKET
 


Ahmet Kayanın En sevdiğiniz ALBÜMÜ
Beni Bul
Biraz Da Sen Ağla
Dokunma Yanarsın
Dosta Düşmana Karşı
Hoşçakalın Gözüm
An Gelir
Acılara Tutunmak
Başım Belada

(Sonucu göster)


YUSUF HAYALOĞLU
 
Yusuf Hayaloğlu
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Yusuf Hayaloğlu
Takma adı Yusuf Hayaloğlu
Doğum 1953
Tunceli
Ölüm 3 Mart 2009
İstanbul
Meslek Şair,Söz Yazarı 1953 - 2009

HAYATI
Akciğerindeki tümör nedeniyle uzun süredir kanser tedavisi gören Yusuf Hayaloğlu 56 yaşında hayata gözlerini yumdu.Akciğerinde oluşan ödem nedeniyle son 24 saatini yoğun bakım ünitesinde geçiren Hayaloğlu, evli ve 3 çocuk babasıydı.16 Kasım 2000 tarihinde hayatını kaybeden sanatçı
1953'te doğdu. Kardeşi Gülten Hayaloğlu ile evlendikten sonra şiirleri Ahmet Kaya müziğiyle birlikte popülerleşir. Sözlerinin çoğunluğunun Yusuf Hayaloğlu'na ait olduğu Yorgun Demokrat isimli Ahmet Kaya albümü 1987 yılında yayımlanır.Ahmet Kaya'nın 1988 yılında yayınlanan Başkaldırıyorum adlı albümünde yer alan iki şarkının söz yazarı yine Yusuf Hayaloğlu'dur.Hayaloğlu, Ahmet Kaya'nın ölümünün ardından Ahmet Kaya'ya hitaben İşte Gidiyorum adlı şiiri yazmıştır.

Ahmet Kaya'nın eşi Gülten Kaya'nın ağabeyiydi.Flash TV ve Kral TV 'de programlar yapan Hayaloğlu'nun cenazesi 4 Mart 2009 tarihinde önce Armutlu Cemevi'nden daha sonra ikindi namazının ardından Yeniköy mezarlığına defnedilmiştir.(MEKANI CENNET OLSUN)

Gözleri İntihar Mavi adlı şiir kitabı bulunan Hayaloğlu'nun, Hani Benim Gençliğim, Başım Belada, Adı Bahtiyar, Başkaldırıyorum, Ayrılığın Hediyesi, Yüreğim Kanıyor gibi şiirleri başta Ahmet Kaya olmak üzere birçok sanatçı tarafından bestelenmiş ve yorumlanmıştı.
ESERLERİ
 
--Kitapları--

Gözleri İntihar Mavi (Anka Yayınları)
"Dur... Ağlama Gözlerim" (Ağaç Kitabevi Yayınları, 2010) --Şiir Albümleri [değiştir]

Ah Ulan Rıza
Bir Acayip Adam
--Şiirleri--

İstanbul Acılar Kraliçesi
Demek Şimdi Gidiyorsun*Ah Ulan Rıza
Merhaba Nalan
İşte Gidiyorum
Asi Bir Küheylan
Topal Sevda
Beni Düşün,Unutma
Biz Üç Kişiydik
Bir Veda Havası
Ayrılığın Hediyesi
Başım Belada
Bir Anka Kuşu
Merhaba Nalan
Ceylan Seni Vuramam
İncinen Gurur
Dağlarda Kar Olsaydım
Adı Bahtiyar
Hani Benim Gençliğim
Hangi Ayrılık
Hayat Nedir Anne
Can Dostum
Ahmet Kaya ile tanışma
 
Koyu bir Fenerbahçe taraftarı olan Yusuf Hayaloğlu,kardeşi Gülten Hayaloğlu'nun Ahmet Kaya ile evlendikten sonra şiirleri Ahmet Kaya müziğiyle birlikte popülerleşir. Sözlerinin çoğunluğunun Yusuf Hayaloğlu'na ait olduğu Yorgun Demokrat isimli Ahmet Kaya albümü 1987 yılında yayımlanır.Ahmet Kaya'nın 1988 yılında yayınlanan Başkaldırıyorum adlı albümünde yer alan iki şarkının söz yazarı yine Yusuf Hayaloğlu'dur.Hayaloğlu, Ahmet Kaya'nın ölümünün ardından Ahmet Kaya'ya hitaben İşte Gidiyorum adlı şiiri yazmıştır.
Şair Yusuf Hayaloğlu gitti
 
Şair Yusuf Hayaloğlu gitti 03 Mart 2009 Salı 12:27 Onun dediği gibi 'Keşke yalan olsaydı." Şair ve söz yazarı Yusuf Hayaloğlu, 56 yaşında hayatını kaybetti. "Ayrılık hediyesi"ni bırakıp gitti Onlarca sanatçının okuduğu 'Dağlarda kar olsaydım' yada İbrahim Tatlıses'in meşhur 'Nankör kedi' gibi türkülerinin yaratıcısı şair Yusuf Hayaloğlu hayatını kaybetti. Bazen acı dinmez, bazen de yağmur.. sevgilim üzülme, her şey unutulur.. suskunuz bu aksam üstü, hasrete yanmışız, neylersin.." ve "birazdan kudurur deniz.. birazdan dalgaların sırtından, üst üste fışkıran rüzgarlar, bir intikam gibi saldırınca üstüne; yüzüne şarkılar çarpar, yüzüne şiirler çarpar, ağlarsın.. sen artık buralarda duramazsın.." Bakırköy Acıbadem Hastanesi'nde solunum yetmezliği nedeniyle 8 gündür tedavi gören 56 yaşındaki ünlü şair Yusuf Hayaloğlu, bu sabah hayata gözlerini yumdu. Akciğerinde oluşan ödem nedeniyle son 24 saatini yoğun bakım ünitesinde geçiren Hayaloğlu, evli ve 3 çocuk babasıydı. ŞİİRLERİ SEVİLEN ŞARKILAR OLDU Veya 'Yorgun Demokrat'ın, 'Nazlıcan ve Bedirhan'ın, 'Hani benim gençliğim'in, 'Bir acayip adam'ın ve yüzlercesinin şairi Şiirleri başta Ahmet Kaya olmak üzere birçok sanatçı tarafından şarkı olarak bestelenen Hayaloğlu, Ahmet Kaya'nın eşi Gülten Kaya'nın da ağabeyiydi. Ahmet Kaya'nın sevilen birçok şarkısının söz yazarıydı. KEŞKE BİR YALAN OLSAYDIM! ''Gözleri İntihar Mavi'' adlı şiir kitabı bulunan Hayaloğlu'nun ünlü şarkıları şunlardı: -''Hani Benim Gençliğim'', BU UNUTULMAZ TÜRKÜ DE ONUN ESERİYDİ... Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım Bir asi rüzgâr olsaydım olsaydım Arar bulur muydun beni beni Sahipsiz mezar olsaydım olsaydım Şu yangında har olsaydım olsaydım Ağlayıp bizâr olsaydım olsaydım Belki yaslanırdın bana bana Mahpusta duvar olsaydım olsaydım Şu bozkırda han olsaydım olsaydım Yıkık perişan olsaydım olsaydım Yine sever miydin beni beni Simsiyah duman olsaydım olsaydım Şu yarada kan olsaydım olsaydım Dökülüp ziyan olsaydım olsaydım Bu dünyada yerim yokmuş yokmuş Keşke bir yalan olsaydım olsaydım



More Cool Stuff At POQbum.com

 
Bugün 2 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol